#bilinçliyazımhatası

Yalnızlık garip şeydi… İnsan en çok sevdiklerinden kazık yerken öğrenirdi bunu. Önce dost dediği, sonra aşkla bağlandığı herkes bir gün usulca uzaklaşmıştı. Kimse bir şey söylememişti. Gözlerinin içine baka baka yalan söyleyenler, sırtını dönenler, en çok sevdiği zaman yalnız bırakanlar… Hep aynı sahne, hep aynı kayboluşlar… "Üvercinka gibi gitti…" Süreya’nın dediği gibi, onun da kaybettikleri hep bir yerlere usulca süzülmüştü.
Bir kahvehanenin loş ışığında oturup sessizce düşündü. Karşısındaki sandalyeye bir gölge oturmuş gibi, geçmişe dair her şey yine onunlaydı. Güven dediğin şeyin ne kadar kırılgan olduğunu düşündü. İnsanlara güvendikçe kaybetmeye mahkûm olduğunu anlamıştı. "Gülün tam ortasında ağlıyordu" derdi Edip Cansever, işte o da kendi sessizliğinin tam ortasında ağlıyordu. Kendi yalnızlığının içinden geçip giderken, aslında kimsenin gerçekten onunla olmadığını fark etmişti.
Bir gece, bir arkadaşının evinde ona rastladı. O kadın, her şeyin en güzel yaşandığı o ara boşluklarda var olan bir figür gibiydi. Birini öpüyordu. O an dünya biraz daha sessizleşti. İçinden bir şeyler koptu ama dışına yansıtmadı. Kendini kandırdı önce, gözleriyle kaçtı o sahneden. Ama bilirdi ki, kaçtığın şey bir gün seni yakalar. O an aşk başladı belki de, tam da canının yandığı yerde. Bir Cemal Süreya şiiri gibi, buruk ama kaçınılmaz.
Aşk mı? Ah… O da yarım kalmış bir şiir gibiydi. Ya sonunu getiremiyorsun ya da okuduğunda içinde boşluk bırakan bir eksiklik hissediyorsun. O da bir zamanlar âşık olmuştu. O’nu sevdiği gibi, O da onu sevdi mi, hiçbir zaman bilemedi. Cemal Süreya’nın dediği gibi, "Biliyorum sana giden yollar kapalı…" Ama yine de her yolun ucunda o kadını düşünmekten kendini alamadı. Aşk, bir şehirden bir şehre gider gibi yaşandı. Gidilen yer hep aynıydı, dökülen kelimeler de. Zaman değişse de bazı yaralar hep aynı kalıyordu.
Etrafında hep aynı insanlar vardı. Çıkarları doğrultusunda gelip giden siluetler. Şeffaf dostluklar, kırılgan bağlılıklar… Bugün samimi görünen bir çift göz, yarın boşluğa bakıyordu. Bir gün içten içe inandığı kelimeler, ertesi gün bir yabancıya dönüşüyordu. "Ben seni uzun bir yolda yürürken görmüştüm de, üşümüştüm" derdi Süreya, işte o da artık anlatmıyordu. Anlatmanın da, susmanın da aynı sonuca vardığını anlamıştı.
Bir sokak köşesinde durdu. Yağmur yeni başlamıştı. İnsanlar şemsiyelerini açıyor, hızla yürüyordu. O ise olduğu yerde kaldı. Yağmurun tenine düşmesini izledi. Sokağın kenarında oynayan çocukların neşeli çığlıklarını duydu. Onlar, hesap yapmayı bilmeyen, dünya dertlerinden bihaber masumiyetti. Ve belki de en çok onlara özeniyordu. Yağmurun altında durmanın ona hissettirdiği özgürlüğü düşündü. Belki de, hayat, sadece pencere kenarında yağan yağmuru izlemekti.
Gece ilerledi, şehir sustu. Eve döndü, kapıyı açtı. İçeri girdiğinde o tanıdık boşluk yine onu karşıladı. Odasına geçti, ışıkları açmadan pencerenin önüne oturdu. Şehrin ışıkları göz kırpıyordu. Her şey ne kadar büyük, ne kadar küçüktü aynı anda. Kendi sessizliğinde kayboldu. Belki de ancak orada, gerçekten var oluyordu…